Her şehirde, bazen büyük bir binanın gölgesinde, bazen bir
köşeyi dönünce, bir kapının arkasında,
bazen de yer altında sizi bekleyen mekânlar vardır. Bu mekânlar rehber
kitaplarda tanıtılan büyük müzelerin, opera binalarının ve işlek caddelerin
meydanların yanında birkaç satırla ya anlatılır ya da anlatılmaz. Anlatılsalar
bile bazı şehirler onları size hemen vermez. Berlin’de, okuduğum rehber kitapta
bulduğum Ramones Müzesi böyle bir yerdi. Adresi ve harita üzerindeki yeri
açıkça belirtildiği halde bulabilmek için birkaç sokak boyunca dönenip durmuş
ve en sonunda müze diye anılan bu mekânın öncelikle bir kafe olduğunu ve bu
yüzden fark edemeden birkaç önünden geçtiğimi anlamıştım.
Amsterdam da biraz böyledir.
Kanalları ve bir diğerine çok benzeyen karakteristik evleri nedeniyle
geçtiğiniz sokakların hepsi ilk başta birbirlerinin aynısı gibi gelir. Şehir
düz olduğu için ufukta size yönünüzü hatırlatacak yüksek bir tepe, saat kulesi, kale burcu yoktur. Üstüne üstlük
Felemenkçe kalabalık bir dildir. Sokak isimlerini okuyup akılda tutmak biraz
zaman alır.
Amsterdam’da sabahın köründe trenden indim. Kıştı ve soğuk
hemen kendini hissettirdi. Bir yandan sarınmaya çalışırken bir yandan da
haritamı açtım. Tren istasyonuna yürüme mesafesinde olduğunu bildiğim otelime
ne taraftan gidebileceğimi anlamaya çalışıyordum. Sabah yürüyüşüne çıkmış kibar
ve yardımsever bir Amsterdamlı önümde durdu ve yardımcı olabileceğini söyledi.
Oteli haritada işaretlemiştim. Kabaca hangi yöne gitmek gerektiğini
söylemesinin yeterli olacağını belirttim. Haritayı alınca bana acıyarak bir
baktı. Seni gidi seni, der gibi gülerek oteli tarif etti ve bol şans, diyerek
uzaklaştı. Tarif ettiği yöne doğru yürüyünce bir süre sonra kendimi
Amsterdam’ın meşhur Red Light bölgesinde buldum. Sabahın erken saatleri olduğu
için kırmızı ışıklar ve camekanların arkasında dans eden çıplak kadınlar ortada
yoktu ama bir takım neşeli kadınlar ve onların peşinden koşan neşeli çocuklar
oradaydı. Erotik malzemeler satan dükkânlar, afişler her yerdeydi. Otelimin burada olmadığına emindim ama adres
burasını gösteriyordu. Neden sonra adrese dikkatli bakınca otelimin olduğu
caddenin adının “Nieuwezijds Voorburgwal” olduğunu fark ettim. Oysa ben şu anda
“Oudezijds Voorburgwal” daydım. Gözden
kaçacak bir fark değildi belki ama harfler kalabalık ve bizim alıştığımız
düzenden uzak olunca insanın aklı karışıyor.
İşte size bir Amsterdam anısı. Şimdi Van Gogh Müzesini,
Madam Tussauds’yu, Red Light District’i ve Damrak’ı bir kenara bırakalım ve
Amsterdam gezinizi süsleyecek bir takım mekanları keşfe koyulalım.
DE BIERKONING
Paleisstraat 125
1012 RK Amsterdam
Kraliyet Sarayının hemen arkasında bir sokakta yer
alan bu dükkân adından da anlaşılabileceği gibi biranın kralıdır ve yüzlerce
değişik türde ve markada birayı servis etmekle ünlüdür. Yirmi beş yıl önce 250 çeşit birayla yola
çıkan bu mekân günümüzde 1200 civarında biraya ulaşmıştır. Şarap tadımının,
şarap içmenin ayinsel durumu ile kıyaslandığında bira hep hafife alınan bir
içki olmuştur. Ne olduğuna çok da bakmadan içer ve gidersiniz. İşte bu mekân
buna bir dur demek için açılmış gibidir. 1000'in üzerinde tadın ve çeşidin
yanında bir de o biraya, o içime uygun bardakla servis yapılmaktadır. Bira
kültürünü yakından tanımak ve biraya başka bir gözle bakmaya başlamak için
oldukça ideal bir yer.
ANNE FRANK HUIS
Prinsengracht 263-267
1016 GV Amsterdam
1942’de Naziler Amsterdam’ı işgal ettiklerinde Yahudileri
toplama kamplarına göndermeye başladılar. Yahudi olan Frank ve Van Pels
aileleri Naziler onları buluncaya kadar şimdi müze haline getirilen bu evde
oluşturdukları gizli odalarda saklanarak iki yıl geçirdiler. Otto Frank
imalathanesinde pekmez ve buna benzer bitkisel karışımlar üreten bir iş
adamıydı. Naziler Yahudileri toplamaya başlayınca o ve yanında çalışan insanlar imalathanenin
üzerinde yer alan ve Otto Frank’ın evine açılan odaları gizli bir sığınağa
çevirdiler. Evin içinden bu odalara geçişi sağlayan kapı açılıp kapanan bir
kitaplık ile gizli bir hale getirilmişti. Yirmi beş ay boyunca Frank ve Van Pels ailelerinin
sekiz üyesi burada saklandılar. Otto Frank’in on üç yaşındaki kızı Anne Frank
burada yaşadıklarını anlattığı bir günlük tutmaya başladı ve bu günlük Nazilere
yakalandıkları zaman kadar devam etti. Kimliği belirsiz bir kişi onları ihbar
etmişti. Naziler onları yakaladıktan sonra ailenin üyeleri Auschwitz ve Bergen-
Belsen’deki toplama kampına gönderdi.
Geride kalan günlük ise Otto Frank’ın sekreteri olan Bayan Miep Gies
tarafından saklandı ve Auschwitz’ten sağ çıkmayı başaran baba Otto Frank
Amsterdam’a döndüğünde ona teslim edildi. Ne yazık ki evde saklanan sekiz
kişiden bir tek Otto Frank hayatta kalabilmişti. Anne Frank Bergen-Belsen’de
tifo yüzünden öldüğünde on beş yaşındaydı.
Bu trajedi ve iç burkan hikâyeler belki de
Amsterdam gezininiz neşe ile hatırlayacağınız anıları arasında sakil
duracaktır. Ancak faşizm ve ırkçılığa ve bunu bir devlet politikası haline
getirmeye çalışan politikacılara karşı ortak bir bilinç oluşturulması ve dünyanın
hiçbir yerinde böyle hikâyelerin bir daha yaşanmaması için bu tür müzelere hala
ihtiyaç var. Onların hikâyelerini bilmek
bizim bu insanlara karşı bir borcumuzdur. Müzeden çıktıktan sonra birkaç bira
içmek isteyebilirsiniz.
Müzedeki gezinin sonunda "Free2Choose" adlı video gösterisini de mutlaka izleyin. Müzeye girişler için her zaman bir kuyruk oluştuğunu unutmayın. Kuyruk genelde bilet alma kuyruğudur. Biletinizi internetten alırsanız çok oyalanmadan içeri girebilirsiniz.
CAFE CHRIS
Bloemstraat 42
1016LC Amsterdam
Amsterdam’daki kafe ve barların atmosferi genelde
iyidir. Aşağı yukarı hepsinin sizi içine alan, iyi hissettiren ve de gözünüzü
oyalayan bir iç tasarımları vardır. Bir barda, bir pub’da olduğunuzu
hissedersiniz ve canınız bir şeyler içmek ister. Çat kapı gireceğiniz herhangi bir bardan büyük
ihtimalle memnun kalacaksınızdır ancak zamanınız kısıtlıysa ve seçeceğiniz
yerin biraz özel bir tarafı olsun diyorsanız buyrun size Cafe Chris.
Rivayete göre Cafe Chris şehirdeki en eski bardır
ve 1624’te açılmıştır. O yıl Hollanda donanması Brezilya’daki Bahia’yı
İspanyollardan devralmıştı. Fransa ve Hollanda arasında barış anlaşması
imzalanmış ve ilk Hollandalı yerleşimciler Kuzey Amerika’daki koloni
noktalarına ulaşmışlardı. Kardinal Richelieu Fransa’da 13.Luis’in başbakanı
olarak atanırken, Martin Luther’in
Almanca İncil’i Papa tarafından halkın huzurunda yakılıyordu.
MUSEUM ONS’ LIEVE HEER OP SOLDER
Oudezijds Voorburgwal 40
1012 GE Amsterdam
Gizli bir kiliseye ne dersiniz? Hem de kimilerine göre
şehrin en günahkâr mahallesi olan Red Light District’in yanı başında. Dışarıdan bakıldığında sıradan bir kanal evi
gibi gözüken bu bina 1661’de Katolik bir tüccar olan Jan Hartman için inşa edilmiş.
Hartman bu binanın çatı katını, arkasında yer alan daha küçük iki binanın
çatısıyla birleştirerek burayı bir kilise haline getirmiş. Böylece alt katları
dükkân görünümünde olan bu sıradan evin içine giren konuklar üst kata çıkan
merdivenlerden sonra kendilerini gayet alımlı bir Katolik kilisesinin içinde
buluyorlardı. Amsterdam şehri 1578’den itibaren resmi olarak Protestan’lığı
seçmişti. Bu nedenle şehirde o dönemlerde Katoliklere ait bu ve bunun gibi
gizli kiliselere rastlamak mümkündü. Bildiğim kadarıyla bu kilise onlardan
geriye kalan tek gizli kilise. İsmi de durumu açıklayacak türden: “Tavan
arasındaki sevgili Tanrımız”
HEINEKEN EXPERIENCE
Stadhouderskade 78
1072 AE Amsterdam
Bira seviyorsanız Heineken Experience denilen tur tam size
göre. Dünyaca ünlü Heineken birasının tarihi fabrikasını ziyaret ediyor ve
biranın yapım sürecini aşama aşama izliyorsunuz. Gerard Adriaan Heineken,
Heineken firmasını 1864’te kurmuş. O
zamanlar şu benim Nieuwezijds Voorburgwal caddesinde bulunan Hooiberg biraevini
satın almış ve Heineken adıyla üretime ve işletmeye başlamış. O zamandan bu zamana geçen yüz yılı aşkın
sürede Heineken dünyaca ünlü bir markaya dönüştü. Stadhouderskade’deki bu eski
bina 1988’den itibaren hizmet dışıydı. Müzeyi ziyaret ettiğinizde eksi
usullerle yapılan üretimin detaylarını kendi gözlerinizle inceleyebiliyorsunuz. 5D teknolojisi sayesinde sizden bira bile yapıyorlar. Üretilen çeşitli biraları ve ya çeşitli üretim aşamalarındaki hallerini
tadabileceğiniz bir bar da mevcut. Biletiniz ile üç adet bira içme hakkınız da oluyor. Turun sonunda üzerinizde isminiz yazılı bir
bira şişesine bile sahip olabiliyorsunuz. İçeriye sadece on sekiz yaş üstü
olanların alındığını unutmayın.